Sıradaki
5
İptal

Çin İsrail Teknoloji İşbirliği Rekor Artıyor


  • 28 Eylül 2017, Perşembe - 13:36 tarihinde eklendi.
  • Kategori Haber

  • 2016'da Çin'in İsrail'e olan yatırımları, 2015'ten on kat daha fazla olan rekor bir seviyeye ulaşan 16,5 milyar ABD dolarına ulaştı. En yeni teknoloji...
    2016'da Çin'in İsrail'e olan yatırımları, 2015'ten on kat daha fazla olan rekor bir seviyeye ulaşan 16,5 milyar ABD dolarına ulaştı. En yeni teknoloji Alanları: Yapay Zeka (Artificial intelligence), dronlar, robotlar, kendinden otomasyonlu makineler, hatta kendi kendine çalışan otomobiller , İsrail tarafından Çin ile işbirliğiyle geliştirilen tüm teknolojiler oldu.
    İŞTE TARİHİ:


    Çin, Soğuk Savaş döneminde uzunca bir süre Batı, özellikle de Amerika’ya karşı son derece düşmanca tavır takınmıştı. Sovyetler’in Batı’ya yönelik politikasını yeterince sert bulmayan (bkz. 6. bölüm) ve bu nedenle de Rus yoldaşlarını ideolojik sapmayla suçlayan Çinliler’in bu tavrı, ancak 1970’li yıllara kadar sürdü. O tarihten sonra Çin ve Amerika arasında inanılmaz derecede hızlı ilerleyen bir yakınlaşma süreci başladı. Amerika, Üçüncü Dünya’da yükselen Düzen’den bağımsız radikal hareketlerin yükselişine karşı bir “kuzey cephesi” oluşturmaya karar vermişti o sıralar (bkz. 6. bölüm) ve Çin’i de bu cepheye dahil etmek, aynı Sovyetler Birliği gibi orta vadede yanına almak istiyordu. Çin-Amerikan yakınlaşmasının tartışılmaz mimarı ise tanıdık bir isimdi: Henry Kissinger, yani İsrail’in Amerika’daki en önemli temsilcilerinden biri…

    Kissinger, Çinli liderleri, Marks’ın Düzen-karşıtı edebiyatının da aslında Düzen’in bir oyunu olduğuna ikna etmiş olacak ki, Çin kısa sürede 1960’lardaki radikal çizgisini değiştirdi, Ulusal Bağımsızlık Mücadeleleri’ne destek olmaktan vazgeçti ve kapitalist ekonomiye kucak açtı. Yakın gelecekte kurulacak olan “kuzey cephesi”ne girmeye kararlıydılar anlaşılan.

    Kissinger’ın hesapları ise kuşkusuz başka herşeyden daha çok İsrail’in hesaplarını yansıtıyordu. Nitekim kısa süre sonra, özellikle Mao’nun ölümünün ardından hızla gelişmeye başlayan ve özellikle de askeri alanda patlama yapan Çin-İsrail ilişkileri, İsrail’in Çin’i de kurmaya çalıştığı “global anti-İslami cephe”ye dahil etmek istediğini ortaya koydu.

    Çin-İsrail askeri ilişkileri 1970’lerin ikinci yarısında başladı. İsrail ilk olarak, Çin’in eski Sovyet silahlarından ibaret olan ordusunun yenilenmesine yardımcı oldu. Çin ise bu işbirliğinin gizli kalmasına özen gösteriyor, özellikle 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesinden sonra İsrail’le işbirliği içindeki bir ülke olarak gözükmek istemiyordu.

    1980’lerin ortalarından sonra ise stratejik işbirliğinin küçük bazı alametleri belirmeye başladı. Birleşmiş Milletler’deki İsrail ve Çin büyükelçileri aralarında resmi iletişim başlattılar. 1989’da Çin ile İsrail arasında bir anlaşma imzalandı… Çin’de bir İsrail akademisi kurulacak, 1990 yılında içlerinde bir nükleer fizikçinin bulunduğu 70 Çinli bilim adamı bir ay süren bir İsrail gezisi yapacaklardı. Daha sonra Şangay’da bir İsrail Araştırma Merkezi kuruldu. Bu kuruluş İbrani Üniversitesi, Tel-Aviv Üniversitesi ve Ben Gurion Üniversitesiyle temas kurdu.

    Görünür ilişkiler “tarımsal işbirliği” gibi İsrail’in klasik yöntemlerini içeriyordu. 1990 yılının başlarında Çin’in İsrail teknolojisine ihtiyacı olduğu kanısı iyice yaygınlaştı. Yine bu fikirle Pekin’de bir Çin-İsrail sulama projesi merkezi kuruldu. Çöl araştırmalarında bulunmak üzere bir grup Çinli bilimadamının, İsrail’de Negev’e gelmesiyle çöl sulama projesi uygulanmaya başlanmış oldu. Bu bilimsel alışverişi takip eden ekonomik bağlantılar 1990 yılında iyice çoğaldı. 14 kişilik İsrail heyeti Çin’e gelerek ticaret şirketleri kurdu.

    Çin ile İsrail arasındaki yakın ilişkiler gerçekte silah satışını da içeriyordu. İsrail’in Çin’e yaptığı yüklü miktardaki silah satışı, Mossad adına çalışan İsrailli iş adamı Shaul Eisenberg aracılığıyla gerçekleştiriliyordu. İsrail’in bu kanalla 1980’lerde Çin’e yaptığı silah satışı, 3 milyar doları buluyordu. Arabulucu Eisenberg özel uçağıyla Çin’e gayri resmi uçuşlar yapıyor, bu uçuşlarda İsrailli silah tüccarlarını da yanında götürüyordu. Bağlantılar sağlandıktan sonra gizli anlaşmalar ve nakliye ise Mossad’ın göreviydi.22

    İsrail ile Çin arasındaki askeri ilişkinin boyutlarına, Tel Aviv’de yayınlanan Jerusalem Post gazetesi de değindi. The Times’ın yayınladığı bir CIA raporuna dayanan Jerusalem Post, İsrail’in uzun yıllardır kesintisiz olarak Çin’e silah sattığını belirtiyor ve şöyle diyordu:

    Çin ve İsrail, aralarındaki teknolojik ve askeri işbirliğini resmi hale getirmeye ve geliştirmeye çalışıyorlar. Çin, İsrail askeri teknolojisinden, tank ve radar sistemlerini geliştirmesi için yardım umuyor. Çinliler onyıllardır bu konuda İsrail’den gizli olarak aldığı yardımları da resmi hale getirmek istiyor… Şimdi de İsrail’in son derece gelişmiş olan ‘Arrow’ anti-füze sistemini Çinliler ile paylaşıp paylaşmayacakları sorusu gündemde.23

    Bu yakınlaşmanın temelinde Çin’in Doğu Türkistan’da ya da yakın çevresindeki İslami yükselişten duyduğu endişe yatıyordu. Washington Report on Middle East Affairs’da Çin-İsrail ittifakının temelinde Çin’in “İslami radikalizmi nötralize etme” çabasının yattığını, Pekin’in Doğu Türkistan’daki 20 milyonu aşkın Müslüman nüfustan son derece rahatsız olduğunu yazmıştı.

    Doğu Türkistan’da yaptıkları sonucunda anti-İslami konumu ispatlamış olan Çin, anlaşılan İsrail’in dünya çapında oluşturmaya çalıştığı anti-İslami ittifaka girmeye hak kazanmıştır. Önümüzdeki dönemde Çin-İsrail işbirliğinin daha da güçlendiğini göreceğiz. Uzakdoğu Müslümanlarını böylece inceledikten sonra, daha batıya, Afrika’daki Müslümanlara bakabiliriz. Orada da karşılaşacağımız düşman aynıdır.

    Cezayir Dosyası

    Önceki sayfalarda genel olarak İsrail’in anti-İslami ülke ve rejimlerle yaptığı işbirliğini inceledik. Ancak İsrail’in bu “global strateji”sinin yanında, Müslümanların pek çok yerde bir de masonlukla karşı karşıya olduğunu unutmamak gerekir. Cezayir, Müslümanlara karşı girişilen ittifakın içinde, İsrail’in yanısıra, masonluğun da önemli bir rol oynadığı bir ülkedir.

    Kitabın 2. bölümünde Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak’ın Batı’da kurdukları din-dışı Düzen’i (Novus Ordo Seclorum), öteki coğrafyalara da ihraç edişinden söz etmiştik. İncelediğimiz gibi bu “Düzen ihracı”ndan payını alanların başında İslam dünyası geliyordu. Müslümanlar, en başta da Osmanlı İmparatorluğu, Batı karşısındaki zayıflamalarını, Düzen’in kontrolü altına girerek ödediler. İttifak’ın kurduğu din-dışı Düzen, politik ve kültürel yönlerden İslam dünyasına girdi. Osmanlı’nın dağılışı ise Düzen’in İslam dünyasına karşı kazandığı geçici galibiyetin en açık göstergesiydi. İttifak’ın denetimindeki Batılı güçler, Osmanlı’nın dağılma süreci boyunca yitirdiği İslam topraklarını paylaştılar. Cezayir, bunlardan biriydi. Fransız ordularının 1827’de başlattığı işgal sonucunda, ülke İttifak’ın yönetimi altına girmişti. Bu, Cezayir’in masonik tarihinin de başlangıcıydı.

    1827’de başlayan işgal kısa sürede tamamlandı ve ülke Fransız egemenliği altına girdi. Ancak 1832’de Maskara Emiri Abdülkadir, Konstanin şehrinin beyi Hacı Ahmed ile birlikte Fransızlara karşı isyan etti ve sonra da başlatılan direniş mücadelesinin liderliğini üstlendi. Yerel güçleri Fransızlara karşı örgütleyen Emir Abdülkadir, 18 Kasım 1839’da Fransa’ya resmen savaş ilan etti. Ancak bu mücadele, kullanılan yanlış yöntemler nedeniyle başarıya ulaşamadı. Mücadele sırasında binlerce Cezayirli Müslüman öldü ve Fransızlar da ülkeye tamamen hakim oldular.

    Fransız işgalinin en önemli yönü ise mason localarının yönetiminde gerçekleşmiş “masonik” bir işgal oluşuydu. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, direniş hareketinin önderi olan Emir Abdülkadir’in, direnişin bastırılmasının ardından, Fransızlar tarafından mason yapılışıdır. Direnişin bastırılmasının ardından hayatının geri kalan kısmını Fransız işgali altındaki Şam’da, Fransız İmparatoru III. Napolyon’un himayesi altında geçiren Abdülkadir, burada “ehlileştirildi” ve sonuçta da masonluğa alındı. Abdülkadir, 18 Haziran 1864’te Paris’teki IV. Henry locasında tekris edildi. Fransız efendilerini o kadar memnun etmişti ki, masonik kurallara aykırı olarak, Abdülkadir’e masonluğa girer girmez üç derece birden atlatıldı. Emir Abdülkadir, tam bir Yaser Arafat’tı…

    İşgalin “masonik” oluşunun bir başka göstergesi ise Fransızların ülkeye hızlı bir biçimde masonluğu yaymalarıydı. Bu sayede ülkedeki Fransız egemenliğine seve seve bağlanacak “yerli karo”lar oluşturmak isteniyordu. Fransız yönetimiyle birlikte Fransız “Büyük Doğu” (Grand Orient) locası Cezayir’de çok sayıda loca açtı. Daniel Ligou, bu locaların üye sayısının hızla arttığını ve loca üyelerinin ülke yönetiminde önemli rol oynadığına dikkat çekiyor. Ayrıca, yine Ligou’nun bildirdiğine göre, localara akın akın üye olan “yerli kadro”ların arasında, Cezayirli Yahudiler büyük bir yer tutuyordu. Zaten Cezayirli Yahudiler ilk baştan itibaren Fransız işgaline sıcak bakmışlardı. 1870 Cremieux Anlaşması ile Fransız vatandaşı da olan sözkonusu Yahudiler, sömürge yönetiminde en üst kademelere kadar yükseldiler.25

    Fransızlar 100 yıl kadar daha Cezayir’de kaldılar. Bu süre içinde Cezayir’i yöneten Fransız valilerinin neredeyse tümü masondu. 1911-1918 yılları arasında valilik yapan Charles Luland, 1925-1927 tarihlerinde valilik yapan

    Maurice Violette, 1930-1935 yılları arasındaki vali Jules Garde ve 1935-1940 yılları arasındaki vali Jacques le Beau, masondular.26

    Cezayir Bağımsızlığına Karşı Fransız-İsrail İttifakı

    Bu “masonik” sömürge yönetiminin 100 sene boyunca Cezayir’i sömürmesi, ülkedeki tepkiyi giderek arttırdı. 1954’te başlayan ikinci ayaklanma 1962’ye, ülkenin bağımsızlığını kazanışına kadar sürdü. Cezayir halkının Fransız yönetimine karşı verdiği bu bağımsızlık savaşı boyunca, 1.5 milyon Müslüman katledildi.

    Ancak ilginç bir nokta vardı: Cezayir ayaklanmasını bastırmak için 1.5 milyon insanın kanını döken Fransız yönetimi yalnız değildi. Bir de İsrail vardı olayın içinde. İsrail yönetimi, Cezayir ayaklanmasını bastırması için Fransızlara büyük destek vermişti. İsrail, 1954 yılındaki ayaklanmadan önce de Cezayir’deki gelişmeleri çok yakından izliyordu. Özellikle Mossad, Cezayir’de gelişen bağımsızlık hareketini yakın takibe almıştı. Ayaklanma ile birlikte de İsrail, Fransız sömürge yönetimine aktif destek vermeye başladı. İsrailli askeri uzmanlar, gerilla savaşı konusunda tecrübesiz olan Fransız birliklerine, özellikle de gerilla savaşında helikopter kullanımı konusunda, eğitim verdiler. S. Steven’ın yazdığı The Sypmasters of Israel adlı kitabında bildirdiğine göre, Fransız birliklerini eğitmek için iki İsrailli general Cezayir’e gitmişti. Bu iki general de oldukça tanıdık isimlerdi: Yitzhak Rabin ve Haim Herzog, yani İsrail’in şu anki Başbakanı ve bir önceki Devlet Başkanı…27

    E. Crosbie, The Tacit Alliance adlı kitabında Cezayir ayaklanması boyunca Fransa ve İsrail’in tam bir “ittifak” kurdukları yorumunu yapıyor.28

    Ayaklanmanın son dönemlerinde de İsrail’in Fransızlara verdiği büyük destek sürdü. İsrail, Fransızlar’ın kurmaya çalıştığı “kontrgerilla” örgütü OAS’ye da büyük yardımlarda bulunmuştu. Hallahmi, “1961 ve 1962’de İsrail’in, Cezayir’de Fransız kontrolu sağlamaya çalışan Fransız yerlilerinin aşırı sağcı örgütü olan Fransız OAS (Organisation de l’Armée Secreté, Gizli Ordu Örgütü) hareketini desteklediğine dair birçok rapor vardır” diyor.29 Cezayir tam bağımsızlığını kazanıp, Birleşmiş Milletler’e katıldığında da, sadece İsrail Cezayir’in kabulü aleyhinde oy kullanmıştı.

    Ancak Cezayir’in bağımsızlığını kazanması yalnızca görünüşteydi. Ülke resmi olarak “bağımsız” olmuştu, ancak Cezayir Müslümanları için pek bir şey değişmemişti. Çünkü ülke yalnızca Fransız sömürge yönetiminin kontrolünden çıkmıştı, ancak Düzen’in kontrolü hala sürüyordu. İktidarı ele geçiren Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) de Düzen’e bağlıydı: FLN seküler (din-dışı) bir partiydi.

    Düzen’in Cezayir’i kontrol etmeyi sürdürdüğünün en açık delili, FLN yönetiminin de, önceki sömürge yönetimi gibi masonlardan oluşmasıydı. Partinin kurucuları olan Ben Bella, Bumedyen ve Budiyaf loca arkadaşlarıydılar. Bu masonik parti, 20. yüzyılda İslam dünyasında sıkça rastlanan bir geleneği sürdürdü ve baskıcı bir tek parti iktidarı kurdu. Bu tek parti, iktidarı boyunca, ülkenin başta doğal gaz ve petrol olmak üzere zengin doğal kaynaklarını sömürdü. Bu nedenle tek parti iktidarı boyunca FLN yöneticileri ve onların yandaşları büyük bir haksız servet elde ederken, halk da gittikçe fakirleşti. Öyle ki 1990’lı yıllarda ülkede işsizlik % 70’lere tırmanmıştı. Ancak Müslüman halka karşı uygulanan tüm bu baskı ve sömürü politikası, bir yandan da kendi sonunu hazırlıyordu.

    İslam’a Karşı Askeri Darbe!

    Cezayir’deki tüm bu gelişmeler, halkın bir dizi gösteri, boykot ve protesto ile kızgınlığını dile getirmesine ve iktidarı zorlamasına neden oldu. Tek partili sisteme karşı çok partili sistem, çoğulculuk ve serbestlik isteyen sesler yükseldi. Bunun sonucunda 1989 yılında çok partili sisteme geçildi. Bunun ardından yapılan yerel seçimlerde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) büyük bir başarı kazandı. Belediyeleri kazanan FIS, kısa sürede halk içindeki desteğini de arttırdı.

    Genel seçimler 26 Aralık 1991 tarihinde yapıldı. Seçim iki turluydu. 30 Aralık 1991 günü sonuçlar açıklandı. FIS, 231 sandalyeden 188’ini kazanarak ezici bir üstünlük sağlamıştı. İktidar partisi FLN ancak 15 parlamenter çıkarabilmişti. Seçimlerin ikinci turu yalnızca bir formalite olarak gözüküyordu. İkinci turdan da FIS’ın zaferle çıkacağı kesindi.

    Ancak bilindiği gibi Düzen’in “zinde güçleri” buna izin vermedi: Genelkurmay Başkanı Halid Nezzar’ın önderliğindeki ordu, birbirini izleyen ilginç olaylar sonucunda bir askeri darbe ile iktidarı ele aldı. Bu arada darbeyi sözde meşrulaştırmak için pek çok provokasyon ve yalan haber de üretilmişti. Başbakan, seçim sonuçları belli olamadan önce, “seçimler, sükunet ve güven içerisinde geçti” gibi açıklamalar yaparken, sonuçlar belli olduktan sonra, “seçimler yeterli derecede özgür ve hilesiz geçmedi” şeklinde bir açıklamada bulunarak, kendince FIS’ın seçimde “hile” yaptığını ya da zor kullandığını ima etmişti.

    Darbenin gelişimi de oldukça ilginçti. Birbirini izleyen olaylar, darbenin önceden planlanmış ve Müslümanların seçim zaferi ile uygulamaya konmuş bir senaryo olduğunu gösteriyordu.

    Darbeden sonra ise dünyaya verilen telkinin aksine, Müslümanlar bir iç savaş başlatmadılar. İç savaşı başlatanlar, darbeyi yapanlardı. İslami Kurtuluş Cephesi, bütün tarafları, güç kullanmaksızın, barışçı ve sağlıklı yollara başvurmaya çağırdı. Ancak, iktidarın cevabı, FIS’ın binlerce üye ve taraftarını tutuklayıp, hapishanelerde onlara en ağır işkenceleri yapmak oldu.

    Budiyaf Suikasti Provokasyonu

    Ancak Cezayir’deki darbe yönetimi, Müslümanları daha ezmek ve FIS’ın iktidar yolunu tamamen kapatmak istiyordu. Fakat bunu görünürde meşru bir zemine oturtmadan yapamazdı. Yapılması gereken tek bir şey vardı: Müslümanları “terörist” konumuna sokmak ve sonra da “terörle mücadele” görüntüsü altında onları tasviye etmek.

    Bunun için oldukça yerinde bir provokasyon düzenlendi. Askeri darbenin ardından Devlet Başkanlığı’na getirilen Budiyaf ortadan kaldırılacak ve bunun suçu da Müslümanların üzerine atılacaktı. Budiyaf aslında eski bir FLN lideri ve kıdemli bir masondu, ancak son dönemlerde bazı konularda FLN ve ordu arasındaki ortak yönetimin geneline ters düşen bir hareket yapmış, rüşvet ve yolsuzluk dosyalarını karıştırmaya kalkmıştı. Milliyet, konuyla ilgili haberinde “… Muhammed Budiyaf’ın yolsuzluklarla ilgili olarak açık bir şekilde ‘rüşvete karşı savaş açacağım’ demesiyle 30 yıldan bu yana istikrarsızlık kaynağı olan bu dosyaları açmak isteyen Cezayir devlet Başkanı kısa süre sona uğradığı esrarengiz suikastle canından oldu” diyordu.30

    Suikastı gerçekleştiren kişi, “casuslukla mücadele örgütü üyesi bir istihbarat teğmeni” idi. Oysa Cezayir basını suikastın sorumlusunun FIS olduğu yolunda propaganda yaparak, iktidarın FIS’e karşı yaptığı darbenin ne derece haklı olduğunu ortaya koymaya çalıştı. Suikastin hemen ardından 12 Temmuz 1992 tarihli Nokta dergisi şu yorumu yapıyordu: “Cezayir siyasi tarihine damgasını vuran ‘ulusçu-İslamcı’ çatışmasının son halkası ülkeyi yöneten konsey başkanı Budiyaf’ın öldürülmesi oldu. Yönetimin suikastı bahane ederek İslamcılara karşı geniş çaplı bir operasyon başlatmasından ve bunun da kanlı olaylara neden olmasından korkuluyor.”

    Budiyaf’ın cenazesi, ülkenin tüm zinde güçlerinin, tüm anti-İslami apoletlilerin buluşma yeri olmuştu. Kendi düzenledikleri provokasyonu müslümanların üzerine atmışlar ve bu bahaneyle onlara saldıracak

    Cezayir’de darbeyi gerçekleştiren Silahlı Kuvvetler FIS üyelerine karşı büyük bir operasyon başlattı. Binlerce FIS üyesi tutuklandı, çöllerde kurulan toplama kamplarına kapatıldı ve öldürüldü.

    olmanın heyecanı içindeydiler.

    Gerçekten de Cumhurbaşkanı Budiyaf’ın öldürülmesi Müslümanlara karşı yapılan baskı ve katliamları meşrulaştırmak için gerekçe olarak kullanıldı. Olağanüstü yetkilerle donatılmış mahkemeler kuruldu, dindar olmak suç sayıldı ve Müslümanlar koğuşturmaya uğradı. Müslümanların camilere toplanması yasaklandı. Başlangıçta olaylara barışçı yollardan serin kanlı bir şekilde yaklaşan FIS ve taraftarları, artan baskı ve adaletsizlikler dolayısıyla bu tutumunu terk etmeye başladı. Bir grup kendilerine karşı güvenlik güçlerinin düzenlediği silahlı saldırılara silahla kendilerini savunmaya başladılar. Sonuçta Cezayir bir iç savaş yaşamaya başladı.

    Bu iç savaşta tek bir hedef vardı; Müslümanların gücünün, gerekirse “fiziksel imha” yoluyla ortadan kaldırılması. Bunun için “anti-terör timleri” adı altında “ölüm mangaları oluşturuldu. Bu mangalar,hedef olarak seçtikleri Müslümanlara “fail-i meçhul” yöntemiyle öldürdüler. “İtirafçı” bir Cezayir polisi bu “fail-i meçhul” yönteminin örneklerini anlatmış, özel timlerin hedef Müslümanların kapısını çalıp, kapıyı açana kurşun boşalttıklarını haber vermişti.31 1984-88 yılları arasında Cezayir’de başbakanlık yapan Prof. Dr. Abdülhamid İbrahimi de Müslümanlara karşı girişilen savaşın yöntemlerini şöyle anlatmıştı:

    Ocak 1992’deki hükümet darbesinden beri pek çok masum insan, aralarında öğretmenler, mühendisler, avukatlar, doktorlar, öğrenciler olmak üzere keyfi olarak tutuklandılar, insanlar yargılanmadan gözetim kamplarına gönderildiler veya insan dışı şartlarda yaşanan hapishanelere atıldılar. Daha ötesi, her gün genç Cezayirliler hiçbir sebep olmaksızın idam mangaları tarafından öldürülüyor. Tek sebep, rejim için potansiyel bir tehlike olarak görülmeleri.32

    Abdülhamid İbrahimi, bu sözlerinin ardından Cezayir’deki devlet terörünün asıl olarak Fransa’dan yönetildiğini ve 1962’de Cezayir bağımsızlığına karşı kurulan kontrgerilla örgütü OAS’ın eski elemanları tarafından örgütlendiğini vurgulamıştı. Bu ise kuşkusuz olaydaki İsrail bağlantısını göstermesi açısından önemliydi; çünkü az önce incelediğimiz gibi OAS’ın eğitilmesinde ve silahlandırılmasında İsrail’in büyük rolü vardı…

    İsrail’in Cezayir’deki olaylarla olan bağlantısı, Berberilerle olan ilişkisi ile da ortaya çıkmaktadır. Ülkedeki Arap nüfusa göre azınlık konumunda olan ve her zaman da Fransa yönetimi, FLN iktidarı gibi seküler rejimlere sıcak bakan Berberilerin önemli bir kısmı, bugün FIS önderliğindeki Müslümanlara karşı oluşan seküler cephenin saflarındadır. Bu seküler Berberilerin lideri Said Sadi, kendi yayın organları Liberte’de açıkça “İslamcılara karşı ciddi olarak savaş açılması”nı savunmuştu. İsrail bağlantısı işte bu noktada devrededir: Arap gazetelerinde Said Sadi’nin Mossad’la ilişki içinde olduğu, hatta lideri olduğu örgütün İsrail’den silah aldığına yönelik haberler çıkmıştır.

    İsrail’in Cezayir’le ilgili olarak bir diğer faaliyet alanı ise Washington oldu. Amerikalıların Cezayir iç savaşının başından itibaren Fransa’ya göre, FIS’le diyalog gibi daha ılımlı çözümler önerdiği, ya da en azından öyle gözüktüğü biliniyor. Ama bir süre sonra Amerikalılar da bu konuda neredeyse Fransa kadar radikal hale geldiler. Fransız Le Point dergisi, Haziran 1995’te bu duruma dikkat çekerek, Amerika’yı Cezayirli Müslümanlara karşı daha şahin politikalar izlemeye itenin asıl olarak Yahudi lobisi olduğunu yazmıştı…

    Tunus Müslümanları

    8 milyon nüfuslu küçük bir Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus, ülkedeki gelişmelerin bölgede uyandırdığı etki bakımından oldukça önemli. 1959’da süresiz olarak yürütme yetkisini tek başına eline alan Habib Burgiba, 7 Kasım 1987’de akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesi ile devlet başkanlığı görevinden alınmıştı. Bu Tunus için yeni bir dönemin başlangıcı oldu.Burgiba iktidarda kaldığı 28 yıl boyunca ülkeyi kültürel siyasi ve ekonomik yönden Fransa’ya bağımlı kılmış, Müslümanlara karşı da baskı uygulamıştı.

    Bu İslam aleyhtarı liderin en önemli özelliklerinden biri ise diğer benzerleri gibi mason oluşuydu. Evet Burgiba, yüksek dereceli bir masondu. Hatta 1972 Haziranındaki Paris gezisi sırasında bakanlarından biriyle beraber Fransız Grand Orient locasının Üstad-ı Azamı Fred Zeller’i ziyaret etmiş ve locada Burgiba için tören düzenlenmişti.33

    Fransa, Burgiba imajının Tunus’ta eski gücünü yitirmesinden sonra Tunus’un Paris büyükelçisi Hadi Mebruk’u Dışişleri Bakanlığına atanmasını sağlayarak ülkedeki etkinliğini artırmaya çalıştı. Bu arada Başbakan Zeynelabidin Bin Ali, Burgiba yönetiminin siyasi baskıları yüzünden yıllarca ezilen Müslüman halkı kendi tarafına çekebilmek için onlara birtakım özgürlükler verdi. Hatta siyasi tutukluların bir kısmını da serbest bıraktı.

    Zeynelabidin Bin Ali’nin girişimlerinden ve ülke’de İslamın hızlı yükselişinden rahatsız olan Burgiba Başbakanlık görevine eğitim bakanı Muhammed Sayak’ı atayacağı sırada, Sosyalist Düstur partisinin gerçekleştirdiği sivil darbe ile görevinden alındı.

    Burgiba’nın hükümet darbesi ile devrilmesinden sonra yeni yönetiminin Müslümanlara yönelik tavrı değişmedi. 1987 yılında İslami Yöneliş Hareketi NAHDA’nın lideri Raşid El Gannuşi ve arkadaşlarına tutuklama kampanyası başlatıldı. Bu olaylar bütün İslam ülkelerinde protesto edildi. 1989 seçimlerinde Müslüman adayların oyların % 60 gibi büyük bir kısmını almasına rağmen anti demokratik seçim sistemi yüzünden iktidara gelemedi. Zeynelabidin Bin Ali yönetimi mevcut tehlikeyi yokedebilmek için hertürlü yöntemi meşru sayabiliyor. Şu anda Tunus’ta 8.000 Müslüman çok zor şartlar altında cezaevinde tutuluyor.

    1990 yılından bu yana Sosyalist Düstur Partisi, “Amerikancı İslam” diye adlandırılan sözde İslami reformlarla Müslüman kitlelerin zihinlerini bulandırılmayı ve yönetime el koyacak güce ulaşan NAHDA’nın önünü kesmeyi amaçlıyor.

    1957 yılında anayasasını ilan ederek özgürlüğüne kavuştuğunu zanneden Tunus Müslümanları bu tarihten sonra rejimin hedef tahtası haline geldi. Toplumda geniş tabana sahip olan Müslümanlar ülkelerine bir zarar vermeden demokratik yollardan yönetimi devralmayı bekliyorlar.

    İsrail, 1967 yılından beri Kuzey Afrika ülkeleriyle özellikle Tunus’la gizli ilişkiler içerisinde bulunuyor. Tunus yönetiminin, kendi sınırları içerisinde bulunan Filistin kamplarına İsrail’in yaptığı saldırılarda İsrail’e kolaylık sağladığı yıllardır biliniyor. Sosyalist Enternasyonal’da Tunus’taki insan hakları ihlallerini dile getiren Tunus Birlik Hareketi lideri Bin Salih’e karşı, Tunus rejiminin Yitz- hak Rabin tarafından savunulması, Tunus-İsrail ilişkilerinin ne düzeyde olduğunu gösteriyor.

    Eritreli Müslümanların Bağımsızlık Mücadelesi ve Etiyopya-İsrail İttifakı

    Eritre, Etiyopya’nın kuzeyinde Afrika’nın Asya’ya en çok yakınlaştığı Bab-ül Mendep Boğazına kadar olan, kıyı boyunca uzanan bir ülke. Burayı elinde tutan güç, Kızıldeniz’in güney girişini dolayısıyla Akdeniz’den Hint Okyanusu’na yapılan tüm çıkışları kontrol altında tutabilir. İşte bu nedenle Eritre son derece stratejik bir konuma sahiptir.

    II. Dünya Savaşı öncesinde nüfusu 1 milyon olan Eritre’nin şimdiki nüfusu Batılı kaynaklara göre 2.5 milyon, bölgede faaliyet gösteren direniş örgütlerine göre ise 3.5 milyon. Ve bu nüfusun büyük bir bölümünü de Müslümanlar oluşturuyor.

    Eritre, Osmanlı yönetiminden koparıldıktan sonra İtalya tarafından işgal edilmişti. 1947’de toplanan uluslararası bir komisyon, Eritre’nin Etiyopya ile birleşmesini savunan bir örgüt kurdu. Bu örgüt, İngilizlerin kontrolündeydi. 1952’de BM Eritre’yi Etiyopya ile federal bir devlet haline getirdi. Bu karar Eritre halkı tarafından kabul edilmedi. Geniş halk ayaklanmaları başladı. 14 Kasım 1962’de ise Etiyopya karışıklıkları bahane ederek Eritre’yi topraklarına kattığını ilan etti. Böylece Eritre’de Etiyopya yasaları uygulanmaya başladı. “Etiyopya İmparatoru” Haile Selassie, Eritreli Müslümanlara karşı büyük bir baskı ve işkence politikası başlattı. Etiyopya rejimine karşı koyan çok sayıda Müslüman katledildi. Ayrıca Eritre halkının bir bölümü sürgüne uğratıldı ve tümü inanç özgürlüğünden mahkum bırakıldı. 1974’de Haile Selassie Marksist bir askeri darbe sonucunda devrildi ve Albay Mengistu Haile Mariam yeni sosyalist rejimin lideri oldu. Ancak Eritre’ye uygulanan baskı politikası değişmedi; Etiyopyalı “güvenlik güçleri”, Eritre’de bağımsızlık isteyen Müslümanları katletmeye devam ettiler.

    Tunus’un anti-İslami liderleri: Zeynelabidin Bin Ali ve Habib Burgiba

    Eritreli Müslümanlara karşı uyguladığı bu politika ile “anti-İslami” vasfını yeterince ispatlayan Etiyopya rejiminin en büyük dostu ise “anti-İslami” rejimlerin değişmez müttefikiydi; İsrail.

    Benjamin Beit-Hallahmi, Etiyopya ile İsrail arasındaki “olağanüstü yakın” ilişkilere ve iki ülkenin arasındaki “anti-İslami” ittifakı uzun uzun anlatıyor. Buna göre, Etiyopya ile İsrail arasındaki ilişkiler ilk olarak 1952’de kurulan sivil ticaret bağlarıyla başladı. 1956 Süveyş savaşından kısa bir süre sonra, bir İsrail temsilcisi, Haile Selassie ve yardımcıları ile görüşmek için Etiyopya’yı ziyaret etti. 1958’de başlayan Etiyopya-İsrail ittifakı en üst düzeyde (İmparator düzeyinde) devam ediyordu ve Hallahmi’nin ifadesiyle, “bölgede radikalizasyonu ve Pan-Arabizmi durdurma” mantığı üstüne kurulmuştu.34

    Hallahmi, aynı sayfada Etiyopya-İsrail ittifakının ardındaki ortak noktayı da şöyle açıklıyor: “Bu ittifakın arkasında yatan ideolojik temel, Etiyopyalılar’ın, İsrailliler’i de yine kendileri gibi ‘tehditkar Müslüman denizinin ortasında kendi güçlerini korumaya çalışan cesur bir halk’ olarak görmeleriydi.”35

    Bu ideolojik temel üzerine kurulu olan Etiyopya-İsrail ittifakı, İsrail’in klasik yöntemlerini de içeriyordu: Silah yardımı ve “halk hareketlerini bastırma” konusunda destek… Hallahmi’nin yazdığına göre, Haile Selassie tarafından yönetilen Etiyopya ordusu, İsrail’den gelen askeri birlikler tarafından destekleniyordu. İsrailli askeri uzmanlar, Etiyopyalı komando birliklerini ve karşı-gerilla (kontrgerilla) timlerini eğitmişti. Hatta Eritre’deki ayaklanmaları bastırmak için “Acil Durum Polisi” adlı 3.100 kişilik bir kontrgerilla timi özel olarak İsrail uzmanlarının eğitiminden geçmişti. Hallahmi şöyle diyor: “İsrail ve Etiyopya, Eritre Kurtuluş Cephesi’ne karşı girişilen ortak bir savaşın iki partneriydi” 36

    Haile Selassie döneminde çok sayıda İsrail üst düzey yetkilisi Etiyopya’ya ziyaretlerde bulundu. 1971’de General Haim Bar-Lev komutasındaki askeri uzmanlar Etiyopya’ya gittiler. Daha sonra Etiyopya, Bab-ül Mendep boğazına yakın ve dolayısıyla stratejik önemi yüksek iki adayı, Halep ve Fatıma adalarını İsrail donanmasının kullanımına açtı. İlerleyen yıllarda Etiyopya ile gizli askeri ilişkileri yöneten İsrailli generaller, Haim Ben-David ve Abraham Orly idi.

    Kuşkusuz Eritreli Müslümanlar da karşı karşıya oldukları ittifakı tanıyorlardı. Eritreli Müslüman güçlerin lideri Ebu Halid, 1970 Temmuzunda kendisiyle yapılan ve Türk basınında da yer alan bir röportajda şöyle demişti:

    Antik Yahudi krallarının soyundan geldiğine inanan Haile Selassie (solda) krallığı döneminde Eritreli müslümanlara karşı büyük bir baskı ve işkence politikası uyguladı. Ve Selassie, doğal olarak, İsrail’den büyük destek aldı. İki taraf arasında “anti-İslami” temelde bir ittifak kurulmuştu. Haile Selassie’yi devirerek başa geçen Haile Mariam Mengistu (üstte) döneminde ise Etiyopya’da Müslümanlara yönelik politikalarda bir değişiklik olmadı. Bu, İsrail’in Selassie’ye verdiği desteği Mengistu’ya da vermesi için yeterliydi.

    Şu anda Etiyopya ve İsrail kader birliği etmişlerdir. Müslümanları boğazlayan Habeş askerlerini İsrailli subaylar yetiştiriyorlar… 5 Haziran 1967 savaşı, Akabe körfezinin Mısır tarafından kapatılması bahanesiyle çıkmıştı. İsrail doğu alemiyle yaptığı ticaretin kapısı olan Elyat Limanı’nı ve Akabe Körfezi’ni daima açık görmek ister. Biz Eritre’yi bağımsızlığına kavuşturursak Kızıldeniz’in güneyinde Güney Yemen ile birlikte bu su yolunu İsrail’e kapatabiliriz. İşte İsrail bu endişe ile Etiyopyalılara yardım ediyor. Amerika’da 6 milyon Yahudi bu tezi destekliyor. Halen Habeş ordusunda 400 Yahudi subay bulunmaktadır. Bizim üç büyük düşmanımız Habeşliler, İsrailliler ve ABD’dir.

    Hallahmi’nin yazdığına göre, İsrail ajanları Haile Selassie’ye, ülke içindeki iktidarını koruması için de büyük destek olmuştu. İsrail ordusu eski üst düzey yetkilisi General Matityahu Peled’e göre, Addis Ababa’daki gizli polis üzerinde etki sahibi olan İsrail’li ajanlar sayesinde Haile Selassie üç ayrı darbe girişiminden kurtulmuştu. Ancak 1974’deki güçlü Marksist darbeye karşı İsrail ajanları fazla bir müdahalede bulunmadılar. Çünkü yeni rejim de onların istediği standartlara uygun bir rejim, yani “anti-İslami” bir rejim olacak ve Eritre’ye karşı yürütülen savaşı devam ettirecekti.

    (Haile Selassie döneminde başlayan ve Mengistu döneminde devam eden bir başka anti-İslami politika da, Etiyopya’nın güneyindeki Oromo Müslümanlarına uygulanan baskı ve katliamdı. Oromolu Müslümanlar da Eritreliler gibi Etiyopya rejiminin hışmına uğradılar. Haile Selassie, Oromo halkına karşı toplu katliam hareketlerine

    girişti. Aden’de üslenmiş ingiliz uçaklarını kullanarak bölgedeki sivil yerleşim yerlerini bombaladı. Bunun üzerine Oromolular Bali bölgesinde çatışmalara dahil oldular. Mengistu’nun 11 Eylül 1974 ‘te başlayan ve Mayıs 1991’e kadar süren 17 yıllık Marksist rejimi de Oromo’nun Müslüman halkı üzerinde Selassie’nikinden aşağı kalmayan bir baskı kurdu. Harer bölgesinde 10 bin cami yıkıldı. Bölge halkından 500 bin kişi Sudan’a sığındı aynı sayıda bir başka Müslüman grup ise çareyi Somali’ye iltica etmekte buldu.)

    Haile Selassie ve Mengistu rejimleri arasında Müslümanlar açısından bir fark yoktu; doğal olarak İsrail’le ittifak açısından da bu iki rejim birbirinden ayrılmadı. Hallahmi’nin de vurguladığı gibi Mengistu’nun liderliğindeki yeni Marksist rejim de İsrail’le olan ittifakını sürdürdü. 1977 yılında yine İsrailli uzmanların Etiyopyalı kontrgerilla timlerini eğittiği ve Etiyopya rejimine silah sevkiyatı yaptığı ortaya çıkmıştı. Hallahmi’nin ifadesiyle “Etiyopya ile İsrail arasında devam eden ilişki, iki ülkenin de bölgedeki İslami gruplara olan karşıtlığına dayanıyordu.” 37 Anti-İslami temel üzerine oturan bu işbirliği, 1990’lara dek sürdü. 1990 yılında İsrail, “ayrılıkçı militanlara” karşı kullanması için Etiyopya rejimine misket bombaları yolluyordu.38

    İsrail desteğiyle süren uzun savaşın sonucunda galip gelen taraf Eritre oldu. Eritre, 24 Mayıs 1993’te bağımsızlığı ilan etti. Ancak Etiyopya-İsrail ittifakı, bağımsızlıktan önce Eritre’yi içten vurmaya çalışmış ve bir ölçüde de başarılı olmuşlardı: Eritre’nin bağımsızlık hareketinin öncülüğünü yapan Müslümanlar, İsrail’in gizli müttefiki olan bazı “ılımlı” Arap ülkelerinin devreye girmesi ile “ılımlılaştırılmış” ve mücadele azminden koparılmışlardı. Bu yüzden Eritre bağımsızlık hareketinin liderliği, 80’li yıllarda önce sosyalistlerin sonra da ulusçu eğilimler gösteren Eritre Halk Kurtuluş Cephesi’nin eline geçti. (Son dönemde Sudan’ın ve özellikle Sudan lideri Turabi’nin desteğiyle Eritre Halk Kurtuluş Cephesi’ne karşı Müslümanlar tarafından Cihad Eritre adlı bir örgüt kuruldu.)

    Dolayısıyla Eritre, bugün İslami bir yönetime sahip değil. Bu yüzden olacak, Eritre’nin seküler yönetimi, 30 yıllık İsrail-Etiyopya ittifakını görmezlikten gelerek, “İsrail’le iyi ilişkiler kurmak istediğini” söylüyor. Eritre’nin geçici başkanı Issayas Afaworqi, “İsrail’i bölgede bir partner olarak algılıyoruz” dedi ve İsrail’le ticari ilişkilere girmek istediklerini ekledi.39

    Eritre’nin seküler yönetiminin bu garip tavrı, Yeni Dünya Düzeni’nin gerçekte Yeni Seküler Düzen (Novus Ordo Seclorum) olmasından kaynaklanmaktadır. Bu Düzen’de her seküler yönetim, mutlaka Yeni Seküler Düzen’in patronu olan İsrail’e yanaşmak zorundadır. Çünkü dünya üzerinde tek bir cephe kalmıştır: Yeni Seküler Düzen ile İslam arasındaki cephe…

    Mısır’ın ‘Terörle Mücadele’ (!) Yöntemleri

    Mısır’ın; 1967’deki Altı Gün Savaşı’nı kaybetmeyi nasıl olup da “başardığı” hala merak konusu olan mason Arap lideri Nasır’dan, Menahem Begin’le kucaklaşan ilk Müslüman kökenli kişi olan Enver Sedat’a, ondan da İsrail’in yakın dostu Hüsnü Mübarek’e kadar uzanan ilginç bir lider geleneği vardır. Sözkonusu liderlerin ortak özellikleri ise ülkedeki Müslümanlara karşı baskı uygulamalarıdır.

    Özellikle son dönemde bu baskı iyice şiddetlendi ve Müslümanların da karşı koymasıyla birlikte ülke bir iç savaş atmosferine girdi. Hüsnü Mübarek, Müslümanlara karşı yeni çözüm arayışlarında. Bu amaçla Enver Sedat’ın ülkedeki İslami faaliyetleri frenlemek için kullandığı “Terörle Mücadele Kanunu” yeniden hazırlanarak parlamentoya sunuldu. Kanun 16 Temmuz 1992 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girdi.

    Kanunun oluşmasında en büyük paya sahip olanlar ise İsrailliler. İsrail başbakanı Yitzhak Rabin’in İslami hareketlerle ilgili müsteşarı Emanuel Sewen birçok İslam ülkesinde yürürlüğe konmak üzere olan “Terörle Mücadele Kanunu”nun fikir babası. Emanuel Sewen Fransa ziyareti sırasında yaptığı açıklamasında”köktenci İslami hareketler tehlikesinin atlatılması konusunda Mısır yönetiminin başarılı olacağına inandığını” söylüyor ve bunu da şu düşüncesine dayandırıyordu: “Baskı ve kuvvete başvurulmasının köktenci İslami hareketlerden kurtulmayı sağlayamayacağı görüşü doğru değildir. Ancak meseleyi kökten çözmeye yetecek bir kuvvete başvurmak şarttır.”

    Etiyopya kez “terör” kapsamına sokulduktan sonra, geriye bu “terörsit”leri avlamak kalıyor. Bunun için, Mübarek rejimi, İsrailli danışmaların katkılarıyla hazırlanan “Terörle Mücadele Kanunu”nu kullanıyor.

    Hüsnü Mübarek rejiminin, İslami yükselişi tasviye etmek için kullandığı yollardan biri propaganda. Üstteki resim, İslam’ı terörle özdeşleştirmek için hükümetin hazırlattığı bir film afişini gösteriyor. İslami talepler bir kez “terör” kapsamına sokulduktan sonra, geriye bu “terörist’leri avlamak kalıyor. Bunun için, Mübarek rejimi, İsrailli danışmanların katkılarıyla hazırlanan “Terörle Mücadele Kanunu’nu kullanıyor.

    Emmanuel Sewen bu konuda Şubat 1982’de Hama’da 30.000 Müslümanın katledildiği Suriye tecrübesini örnek gösteriyor ve Hafız Esad’ın “İslamcılara göz açtırmayarak” bu konuda başarıya ulaştığını kaydediyor.

    Bu kanunla Mısır hükümeti geçmişte kanunsuz olarak Müslümanlara yaptığı baskıları artık yasallaştırmış olacak. Yeni kanun emniyet güçlerine şüpheli gördüğü kişileri anında tutuklayarak mahkeme önüne çıkarılmadan 6 ay boyunca sorgulayabilme yetkisi veriyor. Kanun aynı zamanda “terör örgütü” diye adlandırdığı bazı cemaat mensuplarının ve yakınlarının 5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılmasına imkan tanıyor.

    Mısır yönetimi böyle bir kanun çıkarmasına gerekçe olarak Prof. Ömer Abdurrahman’ın önderliğini yaptığı “Cihad” hareketinin işlediği iddia edilen cinayetleri gösteriyor. Özellikle Mübarek yanlısı yazar Ferac Fevde’nin Kahire’de öldürülmesi propaganda malzemesi olarak en çok kullanılan olay oldu. Ayrıca Cezayir’deki İslami Selamet Cephesi’nin başarısı ve bazı Kıptilerin amaçlı olarak Müslümanları tahrik etmelerinden kaynaklanan olaylar bu kanunun çıkmasında gerekçe olarak gösteriliyor.

    Mısır yönetimi, camilerde terörist yetiştirildiği iddiasıyla ülkedeki 70.000 caminin yönetiminin devlete teslim edilmesini istiyor. Ayrıca ülkenin güney kesiminde rejim karşıtı hareketlerin güçlendiği iddiasıyla yapılan tutuklamaların yanısıra kara ve hava harekatlarıyla çok sayıda insan öldürüldü. Hüsnü Mübarek ekonomik yönden çok kötü durumda olan bu bölgelere yardım yerine baskı, şiddet ve işkence götürme yolunu tercih ediyor.

    Mısır yönetimi resmi terör uygulamalarında kendini haklı gösterebilmek için ülkedeki basın ve yayın organlarını seferber etmiş durumda. Somut bir delil olmadan tutuklanan insanlar terörist, aşırı dinci olarak lanse ederken, emniyet güçlerinin hedef belirlemeden gerçekleştirdiği saldırıları ve tutuklama kampanyalarını kanunların uygulaması olarak gösteriyor. Konuyla ilgili olarak en son İnsan Hakları Örgütü Human Rights Watch, Ocak 1995’te bir rapor yayınladı ve Mısır yönetiminin “radikal İslamcılar”ın ailelerine karşı da sistemli bir işkence uyguladığını bildirdi. Raporda “İslamcıların ailelerinin masum üyeleri, ister kadın olsun ister erkek, yaşlarına bakılmaksızın rehin alınıyor. Bunlardan bazıları gizli yerlere götürülüyor, gözleri bağlanıyor ve işkenceye maruz kalıyorlar” denildi. Raporda kadınların tecavüzle tehdit edildiği ve tüm bu işkence uygulamalarının hükümet tarafından kontrol edilen sistemli bir politika olduğu da vurgulanıyordu.40

    Ürdün’lü Müslümanlara Karşı Seçim Hileleri

    Mısır’da bu tür yöntemler uygulanırken, bir başka Arap ülkesinde, Ürdün’de ise Müslümanlara karşı hileli seçim sistemlerinden medet umuluyor. Müslümanlara karşı yürütülen bu örtülü mücadelenin lideri ise kuşkusuz Kral Hüseyin; İsrail’in sadık hizmetkarı…

    Kral Hüseyin’in İsrail’e verdiği hizmetlere 8. bölümde değinmiştik. Buna göre, Hüseyin, defalarca İsrail aleyhtarı gelişmeleri Tel-Aviv’li dostlarına yetiştirmiş, hatta 1973’teki Mısır-Suriye saldırısını (Yom Kippur Savaşı) bir kaç gün öncesinden İsraillilere “gammazlamış”tı. Buna karşılık Mossad, meşruiyeti kendinden menkul kralı defalarca darbe ve suikastlerden korumuş, hatta, Kral Hüseyin’e hediye olarak “bayan arkadaşlar” bile sağlamıştı. Bugün Hüseyin, İsrail’in Ortadoğu’da oluşturduğu “anti-İslami” cephenin gönüllü üyelerinden biri olarak Rabin’le birlikte sık sık boy gösteriyor.

    Kralın Müslümanlara karşı yürüttüğü örtülü mücadele ise az önce belirttiğimiz gibi şimdilik, seçim kanunlarında yaptığı hileli değişikliklerle yürüyor. Hüseyin’i buna yönelten şey, Müslümanların büyük seçim başarısı oldu: Arap dünyasında Filistin davasına en büyük desteği veren Ürdün Müslümanları, 22 yıl aradan sonra gerçekleşen ilk seçimlerde 80 kişilik parlamentoya 33 üye sokarak herkesi şaşırttılar.

    Kral Hüseyin’in Ürdün’de siyasi partiler kurulmasına izin veren kanunu onaylamasından sonra ülkede İslami Çalışma Partisi kuruldu. Bu parti ülkede İslami faaliyetlerin ileri gelenlerini bünyesinde toparlayarak Müslümanlar arasında birlik oluşturdu. İslami Çalışma Partisi’nin sürekli güçlenerek iktidarı zorlaması ise Kral Hüseyin’in ülkedeki seçim sistemini hileli bir şekilde değiştirmesine neden oldu.Yeni seçim sistemine göre seçmen bir listeye değil, sadece bir adaya oy verebilecekti. Böylelikle İslami Çalışma Partisi bir bölgede birden fazla aday çıkaramayacaktı. Ayrıca bu partinin güçlü olduğu Amman, Zerka, İrbid gibi şehirlerde az kontenjan, güçsüz olduğu şehirlerde fazla kontenjan ayrılmıştı. Kral Hüseyin bu yeni seçim sistemi ile Müslümanların seçimi boykot etmesini sağlayarak, aynı taktiği Mısır’da uygulayan Hüsnü Mübarek’in 1992 yılındaki başarısını tekrar etmeye çalışıyordu.

    Fakat beklenenin tam aksine İslami Çalışma Partisi mevcut sistemi kabul ettiğini ve seçimlere gireceğini açıkladı. Partinin üye sayısının artması ve tüm adaylarının seçim bölgelerinde hızla ilerlemesi, Kral Hüseyin’in Gazze-Eriha Anlaşması’nı bahane ederek seçimleri belirsiz bir tarihe ertelemesine neden oldu. Ürdün’de yönetimin antidemokratik uygulamalarına rağmen Müslümanlar her geçen gün güçlenmeye devam ediyor. Müslümanları zayıf gösterebilmek için kasıtlı olarak düzenlenen “kamuoyu araştırmaları”nın sonuçlarının aksine, Müslümanlar giderek güçleniyorlar. İslami hareket mensubu bir milletvekilinin cenazesine 500 bin kişinin katılması halkın eğilimini açıkça ortaya koyuyor.

    Fas Kralı Hasan’ın Müslümanlarla Mücadelesi ve İsrail’in Hasan’ı Ayakta tutma Çabası

    Ülkesindeki İslami potansiyeli baskı altına alan Kuzey Afrika liderleri arasında kuşkusuz Fas Kralı Hasan’ı da unutmamak gerekir. Bir yandan kendini Müslüman göstermek için bol bol “İslami şov”lar yapan Fas Kralı, İslami bir düşüncenin iktidara gelmesini engellemek için elinden gelen herşeyi yapmaktadır.

    Kral Hasan liderliğinde meşruti monarşik yöntemle yönetilen Fas’ta ancak kralın izin verdiği partiler faaliyet gösterebilmektedir. Kral iktidarı için bir ciddi tehdit konumundaki El Adl ve İhsan ile Fas Mücahitleri Hareketi (MMM) adlı İslami partilerin siyasi faaliyeti yasaklanmıştır. Buna karşı kralın kontrolündeki Ulusal Demokrat Parti ve Halkçı Hareket’ten oluşan Anayasal Birlik (UC) koalisyonu iktidarı elinde tutmaktadır. Ülkede İslam aleyhtarı ideolojileriyle bilinen Halk Güçleri Sosyalist Birliği (USFP) ve Halkçı Eylem Örgütü (OADP) siyaset yapabilirken Müslümanlar bu fırsattan yoksun bırakıldı. Mayıs 1990’da, İslami Gençlik Hareketi’nin El Islah adlı gazetesi yasaklandı.

    İslam’a karşı Düzen’in bölge bekçiliği görevini yürüten Kral Hasan, doğal olarak, İsrail’le onyıllardır yakın ilişki içinde. İsrailliler, Kral’ın iktidarda kalmasına destek oldu, rejim muhaliflerini temizlemesine yardım ettiler. Hallahmi, The Israeli Connection’da Fas Kralı Hasan’ın Yahudi Devleti ile olan ilişkileriyle ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Buna göre, İsrail ve Fas arasındaki ittifak, 1960’larda, Arap dünyasındaki radikalizm dalgasının büyümesiyle başladı. Arap dünyasındaki monarşiler birer birer sahneden çekiliyordu ve Fas Kralı Hasan bu gidişi durdurabilecek tek gücün İsrail olduğunu düşünerek Tel-Aviv’e yanaştı.

    1966’da, Fas ve İsrail arasındaki işbirliği İsrail için büyük bir enternasyonal iç krizin doğmasına sebep oldu: Fransa, Fas ve İsrail’in karıştığı Ben Barka olayı. Mehdi Ben Barka sürgünde yaşayan ve Hasan rejimi tarafından ölüme mahkum edilmiş Fas’lı radikal bir aydındı. Fas gizli servis şefi General Muhammed Oufkir, 1965’de kraldan Ben Barka’yı ortadan kaldırmak için emir aldı ve derhal Mossad’dan yardım istedi. Mossad, Ben Barka’nın Paris’teki kaçırılma olayını organize etti. Daha sonra da Ben Barka öldürüldü. Fas gizli servisi o zamandan beri Mossad’la hep yakın ilişkiler içinde olmuştur.41

    İsrail, 1975’den beri Fas’a, Batı Sahara bölgesinde bağımsızlıklarını ilan etmeye çalışan Polisario asileriyle yaptığı savaşta da yardım etti. Ayrıca İsrail, Washington’daki lobisini kullanarak Amerikan Kongresi’nde Fas lehinde baskı ve propaganda yaptı. Hallahmi’nin not ettiğine göre, İsrailliler bu konuda özellikle Yahudi Kongre üyesi Stephen Solarz’ı devreye soktular.

    Hallahmi, Fas Kralı Hasan’ın İsrail’le olan ilişkisinin, İran Şahı’nın İsrail’le olan olağanüstü yakın ilişkilerine benzediğini söylüyor. Belki Hasan’ın sonu da Şah’ın sonu gibi olacaktır…

    Sudan’daki 30 Yıllık İç Savaş

    Bugün dünyada kendisini “İslam devleti” olarak tanımlayan ülkelerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmemektedir. Bu devletlerden biri de Sudan’dır. Mısır’ın güneyindeki bu ülkenin kendisine bu tür bir yönetim seçmiş olması ise birilerini çok rahatsız etmektedir.

    Sudan’ın en önemli sorunlarından biri, ülkede onyıllardır süren kuzey-güney çatışmasıdır. Bu hem dini hem de etnik bir çatışmadır: Ülkenin kuzeyinde Müslüman Araplar yaşar. Güneyde ise Hıristiyan Afrikalılar çoğunluktadır. Bu dini ve etnik farklılık, ülkenin sınırlarını masa başında üreten İngiliz sömürge yönetiminin bir mirasıdır. Ve bu miras, kanlı bir mirastır: 1960’lı yıllardan bu yana, güneyli Hıristiyanlar, kuzeydeki Müslüman Arapların denetimindeki Hartum yönetimine karşı örgütlü bir ayaklanma halindedirler. Ayaklanma, Anya-Nya adlı Hıristiyan örgütü tarafından yönetilmektedir.

    Zona di guerra

    Ve son yıllarda, İslami rejimin kurulmasından bu yana, güneydeki ayaklanma daha da güçlenmiştir. Çünkü “birileri”, bu ayaklanmayı Hartum rejimine karşı sürekli olarak kışkırtmaktadır.

    J. Bloch ve P. Fitzgerald, British Intelligence and Covert Action (İngiliz İstihbaratı ve Gizli Operasyon) adlı kitaplarında, Güney Sudanlı Hıristiyanların stratejik açıdan Iraklı Kürtlere benzediğini ve aynı onlar gibi dış güçler tarafından istikrarsızlık unsuru olarak kullanıldığına dikkat çekerler. Gerçekten de Iraklı Kürtleri onyıllardır kıştırtan güçler, Güney Sudan ayaklanmasını da kışkırtmaktadırlar.

    Tahmin edilebileceği gibi Anya-Nya ayaklanmasını destekleyen güçlerin başında İsrail gelmektedir. Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection’da İsrail’in Güney Sudanlı isyancı güçleri 1960’lı yıllardan bu yana desteklediğini bildiriyor. Buna göre İsrail, o tarihlerden başlayarak Anya-Nya hareketine silah yardımı ve askeri eğitim vermişti. Mossad, komşu ülkeler Uganda, Çad, Etiyopya ve Kongo’daki istasyonları aracılığıyla Güneyli ayaklanmacılarla bağlantı kurmuş, Torit kentindeki Mossad merkezinde 30 kadar Anya-Nya gerillası özel eğitimden geçirilmişti. İsrail 1970 yılında Sudan’ın güneyindeki Uganda ile bir anlaşma yaparak, Uganda-Sudan sınırını rahatlıkla kullanma ve Anya-Nya’ya destek verme imkanını genişletmişti. Eski bir Alman gerillası Rolf Steiner’ın söylediğine göre, İsrail, Güney Sudanlı ayaklanmacılara destek veren en önemli güç konumundaydı.43

    Ancak Güney Sudan ayaklanması, Anya-Nya liderleri ve Harutm hükümeti arasında 1972’de yapılan Addis Ababa Anlaşması ile geçici olarak sona erdi. 1972-1985 yılları arasında ülkede iktidar Cafer Numeyri’nin elindeydi. Numeyri seküler bir liderdi ve ülkesindeki Müslümanlara karşı baskı politikası uyguladı. Sudan’daki İslami gelişimin tartışılmaz lideri olan ve o dönem parlamento üyeliği yapan Hasan el-Turabi, Numeyri tarafından sekiz sene süreyle hapse mahkum edildi. Ve doğal olarak, Numeyri ile İsrail’in ilişkileri çok iyiydi: Hallahmi, Numeyri’nin Yahudi Devleti ile “son derece yakın ancak gizli ilişkiler geliştirdiğini”, Numeyri rejimi sırasında Mossad’ın Hartum’da bir istasyon kurduğunu ve Sudan gizli servisi ile Mossad arasında yakın işbirliği oluşturulduğunu söylüyor.44

    Sudan’ın en eski lideri Cağfer Numeyri’nin, İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron ve Adnan Kaşıkçı ile 13 Mayıs 1982’de Kenya’da yaptığı gizli bir görüşme. Resmi, yayınlayan İsrailli gazeteciler Dan Raviv ve Yossi Melman’ın yazdığına göre, bu görüşmenin ana konusu, İran’daki İslami rejimini Mossad kontrollü bir darbe ile devirebilmekti.

    Ancak Numeyri’nin iktidarı 1985’deki bir darbeyle sona erdi. 1989’a kadar ülke farklı hükümetlerin yönetiminde kaldı. 1989 yılında ise genel başkanlığını Hasan Turabi’nin liderliğini yaptığı Müslüman Kardeşler örgütü Sudan’da yönetimi ele aldı. O tarihten sonra da Hasan Turabi önderliğinde İslami devlet sistemi kuruldu.

    Güney Sudan’daki ayrılıkçı gerillalar yaklaşık otuz yıldır İsrail tarafından silah ve askeri eğitimle destekleniyorlar. Özellikle ülkenin İslami bir rejimi kabul etmesinin ardından, İsrail’in Hartum rejimine karşı ayaklanan bu gerillalara verdiği destek iyice artmış durumda.

    Ve Sudan Parlamentosu’nun İslam kanunlarını yürürlüğe koymasının ardından, güneydeki Anya-Nya hareketi SPLA (Sudan Halk Kurtuluş Ordusu) adı altında yeniden ayaklanma başlattı. SPLA lideri John Garang, Sudan yönetimi ile masaya oturmak için ilk önce, “İslam kanunlarını yürürlükten kaldırılması” şartını öne sürdü. Parlamento böyle bir ön şartı kabul etmeyince olaylar daha da şiddetlendi.

    İslami rejime karşı “hortlayan” ayaklanmanın en büyük destekçisi ise eskiden olduğu gibi yine İsrail’di. Turabi, ayrılıkçıların silahları hangi yollardan sağladığı sorusuna “Ne yazık ki İsrail ve bazı komşularımız bizimle savaşmaları için Garang’ı silahlandırıyor” demişti.45 Zamanla ortaya çıkan bilgiler, Hıristiyan ayaklanmacılara Protestan ve Angilikan kiliseleri tarafından tabutlar içinde getirilen silahların asıl kaynağının İsrail olduğunu ortaya çıkardı.

    1994 yazında ortaya çıkan bir habere göre Tel-Aviv’den havalanan silah dolu bir Boeing 707, Uganda’daki Entebbe havaalanına inmiş ve karayolu aracılığıyla taşıdığı yüklü miktardaki silahı, güneyli ayaklanmacıların lideri olan John Garang’ın komutasındaki Sudan Halk Kurtuluş Ordusu’na ulaştırmıştı.46 Bu arada John Garang birliklerinin İsrail’de eğitildiği de ortaya çıktı.47 Kısacası İsrail İslami rejime karşı, eski kartını, Güney Sudan kartını oynuyordu.

    Sudan’da Açlık Oyunu ve ‘Terörist Ülke’ Aldatmacası

    Düzen, Sudan’daki rejime karşı etkili bir savaş açmış durumda. Bu savaşın cephelerinden birini İsrail, Güney Sudanlı ayaklanmacıları silahlandırarak ayakta tutuyor. Ancak bir de olayan Amerika ve “uluslararası topluluk” cephesi var. Sudan’a bu cepheden açılan savaşın da iki ayrı boyutu var: Biri açlık oyunu, öteki “terörist ülke” kavramı.

    Uzun yıllar sürmüş olan ve son dönemde yeniden alevlenen iç savaş nedeniyle, doğal kaynaklar yönünden son derece zengin olan ülkede uranyum, altın ve petrol yatakları vardır, topraklar da son derece verimlidir Sudan, oldukça fakir bir ülke konumundadır. Sudan’ın fakirleşmesinde IMF’nin de büyük “katkı”ları olmuştur. IMF, geçmişte Sudan’a sağladığı dış borçlara karşılık, Sudan yönetimine verdiği tavsiye mektubunda hükümetin Nil nehri kıyısına ektiği hububatın yerine pamuk ekmesini istemişti. Sudan halkının ihtiyacı olan hububatın ise ABD ve batı ülkelerinden sağlanacağı garantisini veriyordu. Bunun anlamı Sudan’ın ABD’ye bağımlı hale gelmesi demekti. Dönemin Sudan lideri bu tavsiyelere uyarak hataya düştü.

    Ancak ülke, 1989 yılında iktidara gelen İslami rejimle birlikte ciddi bir kalkınma hamlesi yaptı. “Kalkınmanın gerçek motoru dindir” diyen ve Sorbonne mezunu olan Hasan El-Turabi’nin önderliğindeki İslami yönetim, iktidara geldikten sonra binlerce dönüm araziyi ekim alanı haline getirdi. Nil nehrinin kolları sayesinde çok zengin su kaynaklarına sahip olan bölgede birbuçuk milyon dönüm araziyi sulayacak ve Sudan’ı elektrik enerjisi yönünden zengin konuma getirecek iki büyük baraj projesine başlandı. Ama Sudan, bu çabalar sonucunda elde ettiği ürünleri pazarlayamıyor. Çünkü ABD tarafından “terörist ülke” ilan edildi ve üzerinde ekonomik ambargo var.

    Kısacası ABD, IMF gibi aygıtlarıyla, Sudan’ın kalkınmasını engelledi ve halen engelliyor. Öte yandan, son dönemlerde sık sık Batı basınında Sudan’da büyük bir açlık yaşandığına dair haberler çıkıyor. Oysa ülkede açlık yaşanan tek bölge, merkezi otoriteye isyan eden güney Sudan’daki bazı bölgeler. Buradaki kaosun sorumlusu ise Hartum hükümeti değil, en başta İsrail olmak üzere ayaklanmayı destekleyen Batılı güçlerdir.

    Amerika önce “Sudan’da açlık var” propagandası yaparak hükümeti sorumlu gibi göstermekte, sonra da açlık çeken Sudan’a gıda yardımı yaptığını söyleyerek kendi propagandasını yapmaktadır. Ancak Amerika’nın yolladığı yardım malzemelerini yerinde görenler, gıdaların ancak hayvanların yiyebileceği kadar kalitesiz olduğunu söylüyor:

    ABD’nin Sudan’a yardım diye gönderdiği buğdayları gözlerimle gördüm. Sudan yönetimi, hem son derece kalitesiz olması dolayısıyla hem de kullanım süresi geçmiş olduğu için, bu buğdayların hayvanlara verilmesine karar vermiş. Acaba ABD, bu buğdayları Sudan’a göndermeseydi ne yapardı sorusuna verebileceğimiz tek cevap ya imha ederdi ya da hayvanlara yedirirdi şeklinde olacaktır. İşte ABD’nin ve batının sürekli propaganda malzemesi olarak kullandığı yardımların gerçeği bu. Yeni yönetim artık yardım alacağım diye baskıcı ülkelerin kapısını aşındırmıyor.48

    Bir yandan da Sudan’ın “terörist bir devlet” olduğu, terörizmi desteklediği propagandası yapılıyor. Tüm bu propagandalar yoluyla Sudan’a da Somali benzeri bir askeri müdahale düşünülüyor. İslami rejime karşı girişilecek olan bu muhtemel saldırı, “insani yardım” gibi süslü sloganları ve “terörist bir yönetime karşı barışçı müdahale” gibi aldatıcı bahaneler kullanılarak yapılmak isteniyor.

    ABD’nin Sudan’ı terörist ülke ilan etmesinde ortaya attığı diğer bir iddia, ülkenin güneyindeki insan hakları ihlalleri. Oysa az önce incelediğimiz gibi buradaki huzursuzluğun en önemli nedeni İsrail. Ayaklanmacılar İsrail’den ve Amerika’dan aldıkları destekle savaşı sürdürüyor ve Devlet Başkanı Ömer Beşir ‘in silah bıraktıkları taktirde serbest bırakılacaklarını söylemesine rağmen bütün çağrıları cevapsız bırakıyorlar. Hasan Turabi geçtiğimiz yıllarda Vatikan’a giderek Papa ile görüşmüş ve güneydeki olayların Müslüman- Hıristiyan çatışması olmadığını, bölgedeki Hıristiyanların özgürlüklerinin kısıtlanmadığını anlatmıştı.

    Buna karşın ABD hiçbir somut delil olmadan 1993 yılının Ağustos ayında Sudan’ı terörist ülke ilan etti. Bunun ardından Sudan’a ekonomik ambargo uygulandı, IMF ve Dünya Bankası’ndan gelen yardımlar kesildi, bölgeye silah ambargosu uygulaması getirildi. Avrupa Topluluğu’nun Lomi Anlaşmasına göre vermesi gereken 400 milyon dolarlık yardımı askıya alındı. Ayrıca Sudan’a yaptığı gıda sevkiyatı da kesildi.

    Amerika’da Sudan’a karşı girişilen örtülü savaşın liderliğini ise doğal olarak, Yahudi lobisi yönetiyor. İsrail’in Amerika’daki en büyük lobi kurumu olan AIPAC, Kongre ve Beyaz Saray’ı Sudan’a karşı sürekli kışkırtıyor. En son olarak Yahudi lobisinin önemli isimlerinden Herman Cohen, Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesinde yaptığı konuşmada Sudan’ı “terörist yatağı” olarak tanımladı ve ülkede bir “insanlık trajedisi” yaşandığını öne sürerek müdahale istedi.

    Çad Müslümanlarına Siyasi Tasviye, İç Savaş ve İsrail Bağlantısı

    Çok az sayıda vahaya sahip dev bir çöl görümünde olan Çad, dünyanın en fakir bir kaç ülkesinden biridir. Kişi başına düşen yıllık gelir 80 dolar civarındadır. Ülkede çocuk ölümü oranı % 16 gibi ürkütücü rakamlardadır. Çad’ın tüm bu fakirliğinin üstüne, bir de son 20 yıldır süren politik istikrarsızlık eklendiğinde ortaya son derece dramatik bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu politik istikrarsızlık ülkenin ilk Devlet Başkanı François Tombalbaye’nin 1975 yılında bir suikaste kurban gitmesiyle başladı ve 1980 yılında başlayan iç savaş ile daha da kötü bir boyuta girdi.

    Bu iç savaşın iki tarafı vardı: Bir tarafta ülkenin kuzeyindeki Müslümanlar yer alıyordu, diğer yanda da ülkenin güneyindeki Bantu bölgesinde yaşayan Hıristiyanlar ve yerel dinlere bağlı kabileler… Ancak bu iç savaş, çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde olduğu gibi gerçek anlamda bir “iç” savaş değildi. Çünkü dış güçler aktif olarak taraf tutmaktaydılar. Bu dış güçlerin başında, her zaman olduğu gibi İsrail geliyordu. Yahudi devleti, kuzeyli Müslümanlara karşı güneydeki Bantuluları destekliyordu.

    1959’da iktarı ele geçiren François Tombalbaye 1963’te İsrail Elçisinin ülkeye gelmesi nedeniyle gösterilen tepkileri bahane ederek kabinedeki

    Aslında İsrail’in Çad’da Müslümanlara karşı giriştiği eylem, iç savaştan çok daha önceleri başlamıştı. Yahudi Devleti, Başkan Bombalbaye ile olan yakın ilişkilerini kullanarak, Çad’ın iç politika dengelerini etkilemeye ve Müslümanların yönetimdeki etkisini azaltmaya çalışmış ve belli ölçüde de başarılı olmuştu.

    Olayın gelişimi ilginçti: Çad bağımsızlığını kazandıktan sonra, müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkenin başına, eski sömürgeci Fransa ile sıkı bağlar içerisinde olan Çad İlerici Partisi ‘den bir Hıristiyan getirildi. Daha sonra onaltı kişilik bir bakanlar kurulu oluşturuldu. 8 bakanlık Müslümanlara verilirken, diğer 8 bakanlıkta Hıristiyanlar ve ilkel kabile dinlerine bağlı gruplar arasında paylaştırıldı. Sayıları 2 milyona ulaşan Müslümanlarla, 800 bin kadar olan Hıristiyanlar arasında böylesine adaletsiz bir yetki dağılımı yapılması, Müslümanlar tarafından tepki ile karşılandı. Tepki 1963 Martının başında gelişen bir olayla doruğa çıktı: Çad İsrail’le diplomatik ilişki kurmuştu ve ülkeye de bir İsrail elçisi gelmişti. Müslümanlar, Filistin davasına olan duyarlılıkları nedeniyle İsrail elçisine tepki göstermişlerdi. İsrail elçisinin ülkeye gelişinin sonuçları ise Müslümanların umduğundan da kötü oldu. Mısırlı yazar İmadüddin Halil, Afrika Dramı adlı kitabında, İsrail elçisinin icraatlarını şöyle anlatıyor:

    1963 Mart ayında İsrail elçisi Çad’a geldiğinde Müslümanların kızgınlık ve öfkesi hat safhaya varmıştı. Bunun üzerine Baş Yargıç; Devlet Bakanları, Dışişleri Bakanı ve Adalet Bakanı ile İktidardaki Partinin sekreteriyle görüşmüş ve kendilerine hükümetin İsrail elçisini kabul etmesinin doğru olmayacağını bildirmişti. Çünkü aksi bir tutum Çad’daki Müslümanların diğer Arap İslam beldelerindeki kardeşleri arasında mevcut bağlantı ve ilişkilerine ters düşecekti. Bunu yetkililere anlatan Baş Yargıç, ayrıca İslam Kongresi toplantısı sırasında Kudüs’ü ziyaret ettiğini ve İsraillilerin Araplara yaptıkları eziyetleri bizzat üzüntüyle müşahede ettiğini ifade etmişti.Yetkililer bütün bunları Cumhurbaşkanına ileteceklerini ve İsrail elçisinin gelişine razı olmadıklarını anlatacakların vaad etmişlerdi.

    Ertesi gün İsrail elçisi, Dışişleri Bakanı’nı ziyaret etmiş ama kendi protokolüne uygun olmayan soğuk bir havayla karşılanmıştı. Daha sonra Cumhurbaşkanını ziyarete gittiğinde, Dışişleri Bakanının kendine karşı takındığı tutumu olduğu gibi anlatmıştı. Bu durum karşısında başkan elçiyi teskin etmiş, işlerin en iyi biçimde yürütüleceğini belirtmişti. 22 Mart 1963’te Çad kabinesinde değişiklik yapılarak bütün Müslüman bakanlar görevden alınarak, yerlerine Müslüman olamayanlar atandı. Eski Dışişleri Bakanı ülke dışına sürgüne gönderildi, aynı gün Cumhurbaşkanı tarafından Baş Yargıç, Devlet bakanı, Adalet Bakanı ve Vatan Derneği Başkanı ve bir çok tanınmış şahsiyetin tutuklanması için emir verildi. Bunlar tutuklamalardan 35 gün sonra mahkemeye çıkarıldılar. Mahkemenin verdiği karara göre, Baş Yargıç görevden alınıp, asli vatandaş olmadığı gerekçesi ile sınırdışına sürülecek, bütün mallarına el konulacak ve diğer tutuklularında tutukluluğu devam edecekti.

    Bu olaylardan sonra Cumhurbaşkanı, ‘yürürlükteki düzeni yıkmayı amaçlayan İslami bir hareket’i su yüzüne çıkarıp, baskı ve şiddet yöntemleri uygulamaya başladı. Bu da 1.000 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin yaralanmasına yol açan başarısız bir halk ayaklanmasına neden oldu. Bunun ardından formaliteyi uygulamaktan ibaret göstermelik bir mahkeme heyeti kuruldu. Burada İslami Hareketin liderleri ve eski bakanlar yargılandı. Müebbetle 15 yıl arasında değişen hürriyeti bağlayıcı hapis cezaları verildi. Çad’daki bu huzursuzluk ve hoşnutsuzluk havası günümüze kadar sürüp gelmektedir.49

    Müslüman kuvvetler, İsrail tarafından desteklenen güneyli Hıristiyan gerillaları 1990 yılında bozguna uğrattı.

    Kısacası İsrail elçisi, ülkeye gelişine karşı çıkan Baş Yargıç, Devlet bakanı, Adalet Bakanı gibi Müslümanları “siyasi tasviye”ye uğratmış ve ardından da Müslümanlara karşı genel bir baskı politikası uygulatmıştı.

    İsrail’in Çad Müslümanlarına karşı giriştiği savaş bununla kalmadı. Az önce de belirttiğimiz gibi Yahudi Devleti 1980’de başlayan iç savaşta da Müslümanların karşısında yer aldı. Bu iç savaşta kuzeyli Müslümanların lideri Goukouni Oueddi idi. İşin ilginç yanı ise güneyli Hıristiyan/putperest ittifakın başında da bir sözde Müslümanın, daha doğrusu “Müslüman kökenli” bir kişinin, Hissen Habré’nin yer alışıydı…

    Müslüman bakanları tasfiye ettirip tutuklatmıştı.

    İsrail, CIA ile birlikte Habré güçlerini desteklemiş ve onlara Sovyet yapımı silahlar vermişti. 1983’de Çad’da İsrail askeri danışmanlarının bulunduğuna dair birkaç ayrı kaynaktan alınan raporlar yayınlandı. Ağustos 1983’de ise İsrailli askeri uzmanların, 2.500 Zaire askeriyle birlikte Habré güçlerini desteklemek üzere Çad’a geldiği ortaya çıktı. Fransız kaynaklarına göre, 1983-1984 çatışmalarında Çad’da 12 İsrail askeri danışmanı bulunuyordu ama Müslümanlar tarafından yakalanmamaları için 1984’de bölgeden uzaklaştırıldılar. Ariel Sharon, Ocak 1983’de Savunma Bakanlığı’ndan ayrılmadan hemen önce, Çad’a bir ziyaret yapmıştı. Hallahmi’nin yazdığına göre, bu ziyaret, İsrail’in Çad müdahalesini arttırmaya hazır olduğunun bir göstergesiydi.50

    Ancak İsrail’in tüm bu çabaları olumlu sonuç vermedi. Çad iç savaşı, 1990 yılında Müslümanların zaferi ile sona erdi.

  • Çin İsrail yapay zeka işbirliği Artificial intelligence çin israil işbirliği
daha fazla göster daha az göster

    Yorumlar (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır. Sitemize erişerek çerez kullanımını kabul etmiş sayılıyorsunuz.
Çerez PolitikasıKabul Et ve Kapat